Sis deryasına bulanmış olan kasabanın kuzeye açılan tek çıkış yolunda ağır aksak ilerlemekteydi otobüs . Görüş mesafesinin kısalığı yolculuğu epey uzatacağa benziyordu. Olsun bu önemli değildi. Geç olsun güç olmasındı önemli olan . Bunun bilincinde olmalılar ki içerideki yolcular sükûnet içinde arabanın ilerlemesine kulak kesilmiş gibiydi . Aman bir şey olmasın evladım yavaş git dedi hemen iki koltuk ötesindeki yaşlı adam. Yeterince yavaş gidiyorum zaten amca diye yanıt geldi şoförden. Sen yine de tedbiri elden bırakma evladım, katildir bu hava. Sislidir ama dahası sinsidir. Görüldüğünden fazlasıdır bu melet. Alçak ovalarda alçalıp tünediğine bakma sen . Asıl uğrağı şu istikametimiz olan yoldur. Dalga dalga açık görünse de ansızın önüne kalın ve karanlık bir bariyer çeker dumandan. İşte o an neye uğradığını şaşırır insan. Doğrularcasına başını salladı şoför. Kalın parmaklarındaki sigarasından son bir fırt çekip aralıklı camdan dışarıya attı ve direksiyonu tutan diğer eline az mukabil, saati dokuzu on beş geçer konumuna getirdi elini . Yaşlı adam Şoförün bu tutumunu daha temkinli bir durum olarak düşünüp diyaloğu fazla sürdürmedi.
Ölüm bu, nasıl geleceği belli olmaz elbette; ama bu yaşlı da amma da abartıyor diye düşündü yaşlı adamın iki koltuk gerisindeki genç adam. Geçenlerde dümdüz yolda ilerlerken refüje çarpıp defalarca takla atan bir aracın acı akıbetine şahit olduğu için ölümün biyolojik bir eylem olup olmadığı üzerine bir tartışmayı çok da doğru bulmuyordu yaşlı olan ile. Hafif kıvırcık uzun saçlı, sakalları yanaklarını neredeyse örten kendinden emin bir şekilde koltuğunda oturan yirmi dört yirmi beş yaşlarında gösteren bir gençti. Belli ki yaşından olgun gösteriyordu, gerçekte daha gençti . Mağrur ya da vakur diye nitelendirilecek bir eda sezinlerdi insan onun yüzünde. Hemen dizinde ellerinin altında Gonçarov'un meşhur Oblomov'u vardı. Dizinin dibinde ise sırt çantası vardı. Yoksa bundan mıydı bu mağrurluk. Hayır çantayı değil Oblomov'u kastettim. Doğrusu kitap okumanın insanı mağrur kılan bir yanı vardır hep. Belki olgun göstermesi bundan olsa gerekti. Bazen kitaplardaki karakterin rolünü çalıp gerçek hayatta bunu deneyimleme çabasına giren insanların olduğunu okumuştum. Bunun en büyük örneğini Johann Wolfgang'ın genç Werther karakterinde görmüştüm. Almanya'da Werteher'in acılarla dolu talihsiz kaderine tanıklık edenler onu o kadar benimsemiş ki onun gibi giyinmeyi, onun gibi gezmeyi hatta onun gibi ölmeyi bile göze alıp sayısız intihara teşebbüs etmişti. Bundan dolayı kitap uzun bir müddet yasaklanmıştı Almanya'da. Bunu bu gençte görmek mümkün müydü? O da bunu dünyasından hmiş miydi acaba? O da Werteher'in acılarına tanıklık etmiş miydi?
Birilerinin acılarına tanıklık etmek insanı olgunlaştırır mıydı? Empati denilen şey bu muydu yoksa: Duygu ortaklığı. Yoksa duygularını düşünmek de aynı şey sayılır mıydı?
Sorunsuz vardı otobüs şehre. Yaşlı olan rahat bir şekilde indi araçtan. Sis onu epey korkutmuş olsa da sorunsuz bir şekilde nihayet bulmuştu yolculuk. Genç Hayri'ye kalırsa en büyük korku bir aracı kaçırma endişesinin verdiği korku idi. O, biletini alıp koltuğuna geçip rahat bir soluk verdikten sonra en büyük korkusunu geride bırakmış oluyordu. Şehirler arası otobüs terminallerinde fazlasıyla bu korku iklimi vardı. Bundan dolayı insan rahat yemek yiyemez, her an otobüsü kaçıracak korkusu ile tedirgin olurdu. Bunu çok iyi bilirdi Hayri. Kayseri'den Ankara'ya bu korkuyu tadarak varmıştı bir keresinde üniversiteye başlangıç yıllarında. Şimdi daha deneyimli sayılardı. Artık aç kalmayı korkuya tercih ediyordu. Böylece otobüs kaçırma olayını çözmüşe benziyordu.
Ertesi gün sınıfta sırasında oturuyordu. Keyifsiz bir haleti ruhiye vardı üzerinde. Başı iki elinin arasında idi. Bu haliyle mahzun bir antik çağ düşünürünü andırırdı. Tek farkla: adının Hayri olması. Antiklerde bu türden bir isim pek duyulmamıştı. Düşüncelere daldı. Ah Hayri ah ! Senin burada ne işin var. Senin olman gereken yer kaç sınıf ötedeki Nermin'nin yanı olması gerekiyor. Oysa şimdi pek de alakadar olmadığın bir ihtisasta şölen verdiğini düşünen bir profesörün ilim meclisindesin. Alim mi olacaksın Hayri?
Maslow dedi profesör. Bugün onun kuramı üzerine konuşacağım. Ne slow dedi Hayri gayri ihtiyari. Neyseki sesi kimseye gitmedi. Prof. devam ediyordu. İşte temel ihtiyaçlarımızı gösteriyor bu piramit arkadaşlar. Bu piramitten yukarı doğru çıkıldıkça bizim kabiliyetlerimiz de o oranda inkişaf ediyor diyebiliriz. Örneğin, şu en alttaki piramitte neredeyse yetenek mevzubahis değil. Burada esas olan yaşamı idame ettiren olgulardır. Yeme-içme, uyuma vb. gibi. Hayır hayır diyordu yine içinden. Benim ihtiyacım piramitler filan değil; ihtiyacım olan tek şey Nermin. Nerminsiz yaşayamam. Onsuz hayatımı idame ettirmem bir yana onsuz düşünemem. İşte yukarı doğru çıkıyordu profesör piramidin basamaklarını tek tek anlatarak. Şu basamak sevme, sevilme gibi ihtiyaçların olduğu yer dedi. Ha işte! Tamam burası.. Burası benim ihtiyaç basamağım. Burada Nermin de olmalı. Burada Nermin’in beni sevdiği bir yer olmalı. Bir anda piramit kelimesine karşı bir yakınlık hti. Halbuki bildiği tek gerçek ilkokul öğretmeninin anlattığı dünyanın yedi harikasından biri olan Mısır Piramitleri idi. O zamlar bu gerçek onu fazlası ile merakta bırakır hatta meşgul ederdi. Ama ya şimdi? Şimdi öyle miydi? Nermin’in olduğu bir denklemde tüm gerçekler değişmişti kafasında. Nermin onun için mutlak değişmez bir dünya harikasıydı. En harikasıydı, tek harikasıydı. İstatistikleri bozan tartışmasız vazgeçilmez bir gerçekti. Dikkatini profesöre yoğunlaştırdı. Evet evet doğru söylüyor diye düşündü. Bu kesinlikle benim yükselişimin Nermin ile buluştuğu zafer basamağı olmalı. Ve benim tüm çabalarımın eşsiz bir kabiliyet ile sonuçlandığı yer burası olmalı. Oysaki hakikat bu değildi profesör nezdinde. Zira piramidin basamakları devam ediyordu. Devam etti profesör: Bu basamaktan sonra yani estetik,sanat dediğimiz değerlere ulaştıktan sonra artık zirveye çıkmış ve kendinizi olgunluğa eriştirmiş olursunuz arkadaşlar. Unutmayın meyvenin en olgunu ağacın en zirvesinde olur. Bu bakıma zirveye çıkmadan olgunlaşamazsınız. Kafası epey karışmışa benziyordu. Maslow,piramit,ihtiyaç,Yeme-içme sevgi, sanat... Ağaç, meyve, olgunluk... Peki ya Nermin? O yok muydu?
Kahretsin neden bitiremiyor bu profesör bu bilimsel ve bitirimsel açıklamalarını... Bittim bittim bay Prof. Dr. bilmem ne! Bir yandan kafasında profesöre bu şekilde hitap ederken bir yandan da Nermin’i düşünüyordu... Ah Nermin ah! Neden beni bu çilelere maruz bırakıyorsun, neden beni bu son derece muğlak meselelerle yüzleştiriyorsun, neden bana kalbini açmıyorsun? Yine profesöre döndü.Tabi hayalindeki konuşmakta olduğu profesöre. Neden profesör kalpleri açmanın püf noktaları gibi meselelerden söz etmiyor...Neden bu konuda bir araştırma yapılmıyor...Bunun için neden bir "Kalpleri Açmanın Püf Noktaları Enstitüsü" kurulmadı şimdiye kadar ...Neden bunun üzerine araştırmalar, makaleler, tezler yazılmıyor. Neden...Neden...? Nedenlerin sonu gelmiyordu tıpkı bir türlü sonu gelmeyen profesörün açıklamaları gibi. Profesör Dr. bilmem ne çıkabilirsiniz dedi. Rahatladı çünkü onun için her dersin bitişi Nermin’in başlangıcı idi. Nermin onun için tüm bilimsel açıklamalardan daha fazla şey ifade ediyordu. Nermin araştırmalara konu olmalıydı ona göre. Belki de ileride doktorasını Nermin üzerine yapardı. Çıktı gözlerini Nermin’in çıkacağı dersliğin kapısına dikti. Hayır hayır dikmek yanlış oldu gözlerini kapıya mıhladı . Sonra gözlerinin kapıdan mıhlanınca Nermin’i yaralayabileceğini düşündü. Mıhlamaktan da vazgeçti. Kapıya öylece; ama pür dikkat baktı...
...
Suat Şan
(sansuat19@gmail.com)