Her gün ölüm haberleri dolduruyor ekranlarımızı, evlerimizi, yüreklerimizi.
Öpmeye kıyamadığımız evlatlarımızın yüzüne baktıkça, utanıyoruz, içimiz eziliyor.
Ana kuzularının, hayatlarının baharında, 'şucu, bucu' etiketleri yüzünden toprağa düşmesinden kan ağlıyor içimiz.
Her seferinde 'oyun' diyoruz, 'bu kez' diyoruz, 'bozacağız' diyoruz...
Bizler 'bozdukça' yeni oyunları kurguluyor birileri.
Bıkmadan, yorulmadan...
Oyunlarına oyuncak ettikleri evlatlarımızın kanıyla suluyorlar içlerindeki öfke fidanlarını.
Yüzümüz, sinirlerimiz, öfkemiz geriliyor...
Durup 'La havle...' diyoruz.
Gücün ve kudretin sahibine sığınıyoruz.
Televizyonlarımızda acıklı müzikler, 'hüzün dolu haber metinleri' bitince,
'Vur patlasın; çal oynasın' bir dünyanın kapıları açılıveriyor...
Üstad Necip Fazıl'ın
'Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor?
Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!'
dizeleri sarsıyor ruhlarımızı.
Tiksiniyoruz bu katıksız riyakarlıktan...
Hüznümüzü akıtıp içimize, bir çizik daha atıyoruz yüreğimizin duvarına:
Evet, ben, bir kapalı hududu aşıyorum;
Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum!
Diyerek...
......................
Evet,
Ülke olarak, millet olarak ağlıyoruz.
Ölümün Emr-i Hakk olduğunu biliyoruz.
Yine de ağlıyoruz lakin...
'Gök ekini biçmiş gibi' gelen bu ölümler, ağlatıyor bizi.
Yere düşen her evladın vicdanımızdan, insafımızdan, insanlığımızdan da bir şeyleri alıp
götürmesine ağlıyoruz.
Nefeslerimizle erittiğimiz buz dağlarının altından çıkan ve her tarafımızı çepçevre kuşatan
balçık deryasına ağlıyoruz.
Ana/Dolu'nun evlatlarının 'boş' vermesine ağlıyoruz.
Gözyaşlarımızdan başkaca sermayemiz de yok zaten...
Ölümün en acısını dillendirmesi için Yunus Emre dergahına sürüyoruz yüzümüzü:
Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi...