Şehrin bir tarafında “eski şehir” i ayağa kaldırma çalışmaları sürerken, diğer bir tarafta; “mevcut şehrimizi daha nasıl betona çevirebilir, insanlarımızı betona ve taşa nasıl esir edebilir, çarpık kentleşmeye nasıl katkıda bulunabilir ve gelecek nesillere nasıl daha berbat bir şehir bırakabiliriz?” çalışmaları hızla devam ediyor. Ülkemizdeki yerel kent mimarisinin, en hızlı büyüyen şehirlerinden biri olan kentimizde 90’lı yılların başından ve özellikle 2011 depremlerinden sonra betonarme binaların kent dokusuna baskın bir hale geldiğini görmekteyiz. Bu durum asırlardan beri, bugüne gelmesi gereken “mimar mirası” tehdit ediyor hatta ortadan kaldırılmasına neden oluyor. Artık kentimizde betonarme ve çok katlı binalardan başka bir mimari tasarım maalesef hiç kimse tarafından tahayyül dahi edilemiyor.
Eski Van şehri ayağı kaldırılınca oradaki ev örneklerinden veya bugün bir örnek olarak yine Van Kalesi’nin arkasında bulunan “örnek evimizden” başka şehrimizde cumbalı bir eve ya da kerpiç, bahçeli evlere rastlamak neredeyse olanaksızdır. Bu bakımdan uzun yıllar önce izlediğim “Hamam” filminden bahsetmeden geçemeyeceğim.
Bu filmde eski evlerin yerlerini, yeni mimariye bırakışının yarattığı endişelerden profesyonelce bahsedilir. Filmdeki tarihi ev, Fransesco isimli mimara, İtalyan asıllı teyzesinden miras kalmıştır. Başta eve kayıtsız kalan kahramanımız, filmin sonunda sadece onu değil bütün mahalleyi yıkıp yerine karaktersiz modern bir kompleks yapmak isteyen inşaat şirketinden kurtarır. Film Fransesco’nun teyzesinin ölümü ile açılır, bu ölüm mahalledeki tüm insanlar tarafından konuşulur. Kamera bu konuşmalardan kesitleri alarak yukarı doğru yükselir ve bu kendi haline münhasır, tarihi evler, hamamlar ve metruk yapılarla dolu mahalleyi; plazalar, modern binalar ve gökdelenlerle dolu İstanbul ile bağlantılıdır. İzleyiciler bu mahallenin ahşap ve müstakil evlerden oluşan “geleneksel mahalle” olduğunu ve orada yaşayanlar telefon ya da modern araçlarla değil, yüz yüze ve birlerine seslenerek iletişim kurduğunu anlar. Böylece film hem geleneksel evlere hem de bu evlerin oluşturduğu geleneksel mahalle imgesiyle bağlantı kurar.
Bugün şehrimizdeki yapılar nedeniyle, maalesef geleneksel mahalle dokusundan bahsetmek mümkün değil. Değil mahalledeki komşularımızı tanımak birçoğumuz kapı komşumuzu dahi tanımaz hale geldik. Öyle ki büyük şehirlerde birçok ölüm, evlerden dışarı yayılan kokular sonrasında haber alınır oldu. Çocuklar mahallede oynamak yerine tablet, telefon ve bilgisayarların esiri haline gelirken, mahalle bakkallarının ruhuna Fatiha okunalı epeyce oldu. Dolayısıyla “modern mimari” ve “modern şehir” hepimizi tutsak hale getirdi ve her birimiz “Esir Şehrin İnsanları” olduk. Bu andan itibaren, kapalı otoparklı, saunalı, spor salonlu olan fakat ruhu ve merhameti olmayan binalar şehrimizi esir alırken bizlerde birer esiriz. Biz ve bizden önceki nesil mahalle kavramını yaşamış olsa da artık gelecek nesiller için bu bir efsaneden ibaret olacak. Kerhizleri, bahçeleri, kerpiç ve ahşap cumbalı evleri, çiçek kokan, bahçesine peynirler gömülen, bahçeden, bahçeye geçilerek bir konuma varılan, o güzelim Van evleri, bağları moderniteye yenildi. Bu yeniliş sadece bir şehrin yenilişi değildir aynı zamanda bizlerinde yenilişidir. Şairinde şiirinde dediği gibi; “kaybettik hazinesini ceddin, en son elimizden inci ve mercan düştü.”