Çocukluğun serin sabahlarından birindeyiz. Denize gidiyoruz!! Denize!! Bütün mahalleye bir hafta önceden haber salınmıştır. Bütün sokaktaki komşular, çoluk-çocuk sabah erkenden yola revân olacağız. Akşamdan kilimler, şilteler, salıncak ipi sepetler bohçalar denkler hazırlanırdı. Sabahleyin kamyona istiflenirdi. Mesireye gidilecek günün sabahı evlerde bir bayram coşkusu başlar sabahı zor eden çocukları heyecan kaplardı.
Van’da Deniz ve mesire sefası Haziran sonlarında başlar Eylüle kadar sürerdi. Van’daki bu keyifli mesire gezintileri hiçbir şeyle mukayese edilmeyecek kadar hayâl ve hâfızamda hususi bir lezzet bırakmıştır. Memlekette tabiatın emsâlsiz güzelliği, şüphe yok ki; Edremit, Amik, Fidanlık İskele Mollakasım, İşkirt Ayanıs gibi mesiregâhlardı.
Uzun sıcak yaz günlerinde ruhu okşayıcı bir serinlik ferâhlık için bir kır köşesi ya da bir deniz kenarı gündelik rutinin sıkıcılığını atmak ve sıcak yaz günlerinde ruhu dinlendirmek için bu mesire sefaları şehrimizin en mesut köşeleriydi. 1970’li yılların ortaları şehirdeki sakinler için yazlık kültürünün henüz başlamadığı zamanlardı. Şehir içinde toplu münâkale vasıtalarının nadirattan olduğu senelerdi. Bugünkü gibi herkesin hususi otomobil sahibi olmadığı zamanlardı. O vakitler mahallece günübirlik gidilip gelinecek mesafeler için toplu taşıma vasıtası olarak kamyonlar kullanılıyordu. Yani anlayacağınız yolcu ile yük arasında tam ayrımın olmadığı senelerdi.
Kamyon sahibi komşular tarafından bütün sokağa bir hafta evvelinden haber salınmıştır. Pazar günü İşkirte gidilecek. Hazırlıklara bir hafta önceden başlanırdı. O vakitler ecnebilere ait olan “picnic” kelimesi bugünki gibi henüz dilimizde yer etmemişti. Onun için biz pikniğe değil denize giderdik. Bir zamanlar İstanbul’un Sâdâbadı, Göksu Mesiregâhı vardıysa bizim de Amik, İşkirt, Kadembas, İskele ve Fidanlık gibi huzur bucağı kırlarımız mesiregâhlarımız vardı. Aklımda en fazla kalan, o yıllarda asıl işleri yük taşımaktan çok yolcu taşımak olan kamyon kasalarında sallana sallana çırpına çırpına yaptığımız yolculuklardı. Bu mesire yolculuklarında varılacak menzil kadar yolların kendisi de çok güzeldi. Geçtiğimiz daracık yollar, yem yeşil çayır çimenler, bağlı bahçeli ovalar, vadiler sağlı sollu iğde ağaçlarıyla sıralanmış bahçe belgonları. Gölgelerinin serinliğini yollara sermiş asırlık söğüt ağaçları. Önümüzde geçilecek mesâfe azalıp denize yaklaştığımızı hissettikçe yüreğimiz bir kat daha çarpardı. Nihayet kamyon kasasındaki yolculardan biri “Son durak kara toprak!!!!” diye seslenince varacağımız menzile vasıl olmuş olurduk. Kamyon durar durmaz mesireye gelenlerin birinci derdi hemen meşhur yaşlı söğüt ağacının altındaki köşeyi kapmaktı. Biz çocuklar ise kasadan atlayıp atlamaz bütün hızımızla çayırlar çimenler keklik sürülerinin çalı diplerinden uçuştukları şen dere kurbağalarının sesleri arasından bütün hızımızla denize doğru koşardık.
Deniz işte!!! O vakitler coğrafyadan haberimiz olmasa da çocukluk muhayyilemizde Latinlerin Akdeniz için “Mora Nostrum” dedikleri güzellikleri biz çocuklar Latinlerden evvel fehm etmiştik bile. ” Bizim Deniz” gümüşten bir ayna gibi ışıltılar saçan durgun ve sessiz ninni gibi orada bizi bekliyordu. Tozlu topraklı yollardan sıcak yazlardan onun billur dudağının kıyısına vasıl olmuştuk işte. Leb-i deryadayız. Rahmetli babaannem hep leb-i derya derdi. Meğer bu denizin kıyısına verilen bu adın sevgilinin dudağından mülhem bir zerafet olduğunu sonradan anlayacaktım. Tabiatın bu güzelliğini gündelik dilde böyle tasvir eden bir ruhun bir medeniyetin zerâfetini ve inceliğini bugünkü nesile hangi kelimelerle anlatabilirsiniz.
Van’daki hemen bütün mesire yerlerinde aynı güzellikler yaşanırdı. Asırlık söğüt ağaçlarının dut ağaçlarının ceviz ağaçlarının altında günümüzü gün ederdik. Denizin kıyısındaki bağların ve bahçelerin ışıltısını o daldan bu dala konan bülbüllerin nağmeleri gün boyunca ruhumuza işlerdi. Biz çocuklar bir lezzetle, mavi ve aydınlık denizin serin sularında atılırdık. Öğlene doğru acıktığımızda yaşlı söğütlerin altına serilen sofralarda adeta bir şölen halini alan yemekler yenildikten sonra semaver faslı başlardı. Analarımız mahallenin ehibba kadınlarıyla asırlık söğütlerin gölgesine çekilip çay eşliğinde sohbete dalarlardı. Mesirenin bütün cefasını yine kadınlar çeker bütün sefasını erkekler sürerdi. Kadınların burada safa namına gördükleri şey gün boyunca neş’eli bir şekilde iki kez denize girmekten ibaretti.
Efendim şimdi bu kadar ince zarif tasvir ve tasavvurdan yanında deniz ve deniz kıyafeti hususunda bu latif manzarayı bozan vâkıalar da yok değildi. Bir kere daha hatırlatalım. O vakitler bugünki gibi plaj çantası diye ahir zaman gavur icadı gibi şeyler yoktu. Bilmem kaç faktörlü güneş kremleri yerine Yahudi Mışı'nın dükkanından alınmış gül yağı, Nigar Eze’nin hamaratlı elleriyle yapılmış yoğurt bütün güneş yanıkları için her derde devaydı. Denizde gün boyu yüzme ile çırpınma arasında çimerken karşılaştığımız manzaralar bu zerâfeti biraz bozmuş olsa da bu tablonun her tarafı yine de güzeldi. Güneş Vangölünün uzak ufuklarında gölün sularını kavurup Akşamın serinliği düştüğünde tatlı bir esinti başlar bu gitme ve toparlanma vaktinin geldiğini hatırlatırdı. Şenlik curcuna, şarkılar eşlığindeTürküler manilerle dönüş yoluna koyulurdu. Şimdi sorarım size memleketin bu cennet bağlarını ve denizini tadan için artık başka memleketlerin tadı var mıdır?