“İnsanoğlunun bir dere dolusu altını olsa, bir dere daha ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz.” (Hadis)
“Bizler insanız, çoğu kez de yolumuzu kaybederiz. 'Yanlışlarımızı ve eksikliklerimizi gözden geçirir, sonra da "Yapmış olduğum yanlışlar yüzünden mutsuzum; yeterince iyi değilim, bu yüzden değişmeye çalışacağım" deriz.
Kendimize "Önceden 'yeterli' değildim, ancak bu andan başlayarak 'daha çok' yeterli olmaya çalışacağım," deriz, böylece tehlikeli "daha çok” oyununa başlarız. Kendimize; daha çok paramız, daha çok otoritemiz olduğunda ya da daha çok saygı gördüğümüzde mutlu olacağımızı söyleriz.
"Daha çok" oyunu, yeterince iyi olmadığımız duygusunu uyandırarak bizi bir eksiklik noktasında tutar. İstediğimiz şeyi elde ettiğimizde, kendimizi daha kötü hissederiz, çünkü bu hala yeterli değildir. Hala mutsuzuzdur. Keşke biraz daha fazlasına sahip olsaydık. Asıl önemli olanın basitlik olduğunu fark etmeyiz.
Ölmekte olan kişi artık "daha çok" oyununu oynayamaz, çünkü onlar için hiçbir yarın olmayabilir. Onlar gücün bugünde olduğunu, bugünde yeterli olduğunu keşfederler. Tanrı bize yarın değil bugün yaşamın her zaman daha iyi olabileceği bir dünya bağışlamıştır. Buna izin verirsek, kötü bir gün iyi bir güne dönüşebilir, mutsuz bir ilişki düzelebilir.” (Yaşam Dersleri Kitabı: Elisabeth Kübler Ross ile David Kessler 113. sayfa)
Yazar “Doyumsuzluğu” ne güzel tarif etmiş. Bu durum belli bir dönemin değil tüm zamanların, belli bir kişinin değil tüm insanlığın sorunudur. Daha doğrusu, doğru bir felsefe ile biçimlendirilmemiş bir yaşamın sorunudur. “Daha çok” sorunu, insanlığı öylesine sarıp sarmalamış ki, insanoğlu o sarmalın içine kendini adeta kaptırmış ve orada yaşamaya mahkum olmuş durumda. Halbuki yaşam bu değil. Daha önceki yazılarımızda da söz ettiğimiz gibi günü-anı yaşamak ve değerli kılmak yaşam felsefemiz olmalı.
Peki, biz yarınımızdan emin miyiz? Hatta bir saat sonrası için bir garantimiz var mı? Elbette ki yok. Öyleyse neden bugünden “Yeterli” yi keşfedip yaşamıyoruz?
Bunu sağlamak için ise geçmişte yaşamış “Benim diyen” ve “Daha çok” oyununu oynamış otoriteleri düşünelim. Dün neredeydiler, şimdi neredeler?
Bu dünyada Karun kadar da zengin olsak, yüksek makam-mevkii sahibi de olsak, en nihayetinde yiyeceğimiz bir iki lokmadır. Sofradan doyarak kalkmış bir kişiye ikram edeceğiniz fazladan bir lokma eziyet olur. Bu nedenle ihtiyacımızdan fazlası mal mülk peşinde koşup haramı helala katarak daha fazla istemenin anlamı var mı?
Rahmetli babam bir hikaye anlatırdı. Bir zamanlar çok zengin bir adam ölmüş. Toprağa verildiğinde ilk gece yalnız bırakılmamasını, bir kişinin ona refakat etmesini vasiyet etmiş. İyi de kim beraber gömülmeyi göze alabilecek? Sağa sola haber verip bu durumu kabul edecek kişiye yüklü miktarda para vereceklerini vaad etmişler. Nihayet bir hamal bu işi kabul etmiş. Hamalı mevta ile beraber gömmüşler. Ertesi sabah mezarı açtıklarında hamalı korkudan beti benzi atmış bir vaziyette bulmuşlar. Vaad ettikleri parayı vermeye kalkınca, bir bakmışlar ki adamın gözünün parayı filan gördüğü yok. Gecenin nasıl geçtiğini sorunca, hamal anlatmaya başlamış:
(Hikaye bu ya) Cemaat mezarlığı terk ettikten sonra hesap melekleri geldi. Bir bana baktılar bir mevtaya. “Mevta nasıl olsa bizim; biz hamaldan başlayalım” dediler. Siz mezarı açıncaya kadar belimdeki ipi nasıl aldığımın hesabını vermekle meşguldum. Ancak hesap bitmeden mezarı açtınız. Allah babanıza yardım etsin. Bu kadar mal, mülk ve paranın hesabını acaba nasıl verecek deyip vaad edilen parayı almadan oradan ayrılmış.
Bu nedenle eyvah demeden önce iaşemizi temin edip mal varlığımızı elde ederken haram mal şöyle dursun, şüpheli şeylerden bile kaçınmamızda büyük fayda var.
Rabbim bizleri “daha fazla” diyerek elde edeceğimiz ve bizim sandığımız malların, bizden evvel gelip geçen insanlardan adeta bir bayrak yarışı misali devraldığımız ve sadece geçici bir müddet emanetçisi, kullanıcısı ve bekçisi olduğumuz şeyler olduğu şuur ve idrakinden ayırmasın.