Savaşın olduğu coğrafyalara, ülkelere bir bakın. Nefretin ne kadar bulaşıcı bir şey olduğunu göreceksiniz.
Yeryüzünde insanlar kadar vahşi bir varlık yoktur. Biz insanlar iflah olmaz vahşi yaratıklarız.
Avrupa’da, Amerika’da, Asya’da Afrika’da biz her yerde korkunç ve saldırgan yaratıklarız.
Çağın her döneminde öldürmeyi kahramanlık, yağmayı savaş ganimeti, işgali fethetmeyi sayan zihniyeti beslemekten asla bıkmazlar.
Haritada hangi yeri göstersen, insanlar çılgınca savaşıyor. Tabi savaş sonucunda dalga dalga, akın akın göç oluyor başka ülkelere. Faili belli! Faili bizleriz. Yaşamı yorduk, iflah olmaz bir hevesle hem de.
Herkes savaştan kaçıyor. Göç ediyorlar, sürgün oluyorlar. Yabancı oldukları bir yere, doğdukları toprağı terk edip, doğmadığı bir coğrafyada umutlarını ekmeye çalışıyorlar.
Sonsuz bir cehennem içindeyiz. Olanlar karşısında dünyaya dair bir umut kalmadı. Sonu gelmeyen bir deliliğin içindeyiz. İnanılması zor ama öyle bir çağdayız.
Sürekli barışı savaşa yem etmekten bıkmayız. İnandığımız değerlerin üstünde tepinmekten çekinmeyiz. Gülünç ama şunu da yapamıyoruz: Taşıdığımız bedenlerin hak ettiği saygıyı veremiyoruz.
Tarihimiz çelişkilerle, savaşlarla dolu. Kanlı savaşlarımız, sonu gelmeyen bir hikâye. Hırs ve deliliğin karışımı bir hikâye sürüyor.
Korkunç olduğumuzun belgeleri, tarihin sayfalarına her zaman giriyor. İki Dünya savaşı, atom bombası, Vietnam, Irak, Afganistan, Yugoslavya, Suriye, Ukrayna…
Dünyada her ne varsa tepetaklak olmaya doğru gidiyor. Tanrı unutmuş olmalı burayı ya da terk etmiş, izliyor olabilir. Ama yeryüzü ile gökyüzü arasındaki tüm her şey kargaşa içinde.
Dünyaya dair ne varsa çirkinleşiyor. İnsanlar, hayvanlar, dağlar, ovalar altüst oluyor. Sanki bozuk bir düzen yaratılıyor.
Biz yıktık. Biz bozduk. Şimdi gözlerimiz Tanrı’yı arar. Dünya güzelliğini toplayıp giderken, çirkinlik ve argaşa geliyor.