Bize ne oldu?

Abone Ol

Mardin'de özel eğitim almak için arkadaşımla 1981 de İzmir’e gittik. İzmir’de meşhur Kemeraltı Çarşısı var. Bu okula giderken çarşının içinden yaya olarak gidip geliyorduk. Çarşıda Mardin’de görmediğimiz bazı fiyat etiketleri ile karşılaşmıştık. Mesela 20 TL yerine 19,99 TL veya 100 TL yerine 99,99 TL gibi. Bunun bir alışveriş hilesi olduğu açıktı. 300 liralık bir mal 299,99 lira olarak etiketlenirse tüketicide 300 değil 200 lira algısı oluşuyordu. O yaşta bile bunun alışveriş hilesi olduğunu idrak etmiştik. 1981 de İzmir’de gördüğüm bu uygulama maalesef bugün en küçük esnaftan en büyük marketlere kadar uygulanır oldu. Tüketici dernekleri bu durumun tüketiciyi aldatmaya yönelik olduğunu belirtmiş olmakla beraber inancımıza da uygun olmayan bu uygulama maalesef yaygınlaşarak devam ediyor. 

1855 yılında Osmanlı toplumunu gözlemleyen J.H.A. Ubicini adlı Fransız Seyyah hatıratında Osmanlı esnafı için şu tespiti yapıyor:

Osmanlı esnafını dükkânının önünde, Ermeni veya Rum meslektaşının yanıbaşında çömelmiş olarak ciddi bir edayla oturduğunu görürsünüz. Öbür ikisi kurnaz gözlerle etrafını kollayadursun ve geçenleri, "Hey! Kaptan! Çelebi! Kaptan Efendi!" diye çağıradursun. Osmanlı sakin sakin çubuğunu içmeye (Nargile) veya tesbih çekmeye devam eder. Dükkânının önünde durup şu veya bu malın fiyatını sorduğunuzda nezaketli bir sesle fakat isteksizce "Elli, yüz para" diye cevap verir. Çarşıda pazarlık etmek daha doğru olur diye düşünüp yarı fiyatını verdiğinizde çenesini dikip çubuğunu tüttürmeye devam eder; cevap bile vermez.

Çarşıdaki Hıristiyan veya Yahudi satıcılarda iş değişir. Yüz paradan azar azar seksene, altmışa, kırka, hattâ daha aşağıya bile iner. Genel bir kaide; Ermeni’ye istediği fiyatın yarısını, Rum'a üçte birini, Yahudi’ye dörtte birini verin. Fakat bir Müslüman'a istediği fiyatı vermeye razı olmanız gerekir.

Müslüman daha fazla satış yapan komşusunu kıskanmaz. Müezzinin sesi duyulduğunda hava soğuksa namazı dükkânda kılar veya mallarını Allah’a emanet edip camiye gider. Dönüşünde he şeyi yerli yerinde bulur. Patronların belli ve önceden bilinen saatlerde dükkânları terk ettiği ve geceleri evlerin kapılarının basit bir sürgüyle kapatıldığı o koca payitahtta, yılda sadece dört hırsızlık vakası kaydedilmektedir. Buna karşılık,  münhasıran Hıristiyanların ikamet ettikleri Pera ve Galata semtlerinde gün geçmez ki hırsızlık yapılmasın veya bir cinayet işlenmesin. (1855 de Türkiye)

2004 yılında bir arkadaşla Suriye’ye turistik bir seyahat yapmıştık. Halep’te çarşıda gezerken kemer satan bir seyyar satıcı ile karşılaştık. Fiyatı sorduk, “500 Suriye Lirası” dedi. Arkadaşım pazarlık yaparak kemeri 125 Liraya satın aldı.

Suriye’de karşılaştığım o esnaf Fransız Seyyahın Osmanlı esnafını resmederken tanımladığı “Yahudi Satıcı” tarifine uyuyordu. Hâlbuki o Halepli esnaf, ne Yahudi ne de Rum’du. Peki, bizi bu duruma ne getirdi? Bize ne oldu?  Seyyah, 1855 teki tespitinde “Ahmet”, “Arthur”, “Yasef” demiyor; “Müslüman”, “Rum”, “Yahudi” diyor. Görülüyor ki davranışlarımız, inancımıza mal ediliyor. Mal edilmekle de kalmıyor eğer yeni bir yol üretmişsek, iyi veya kötü oluşuna göre kıyamete kadar o izden gidenlerin hatası sevabı aynı zamanda bize de yazılacak. Bu konuda Resulullah’ın (sav) bir uyarısı var: Kim İslam’da yeni ve iyi bir yol açarsa açtığı yolun sevabı ve kendisinden sonra o yoldan gidenlerin sevapları, sevaplarından hiçbir şey eksilmeden ona aittir. Kim de İslam’da kötü bir yol açarsa, açtığı yolun günahı ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahları, günahlarından bir şey eksilmeden ona aittir.”

Yüce Allah bizlere bundan sonraki yaşamımızı bu bilinçle sürdürme basireti nasip etsin.