Bir Zamanlar Erciş'te...

Abone Ol

Arapların “el-Wehletu’l Ula” (korku ve şaşkınlıkla karışık ilk görme, ilk karşılaşma) şeklinde bir ifadeleri var. İlk karşılaşmada, ilk çarpışmada edinilen intiba ve algının genelde isabetli olduğunu anlatmak isterler. Çünkü insan o ilk karşılaşmada, korkunun, şaşkınlığın da etkisiyle fazla detaylı düşünme fırsatını bulamaz, dolayısıyla yalın fıtratı çıplak haliyle devrededir ve o esnada parıldayan ışık, edinilen intiba gerçeğin ta kendisidir. Sonra bin bir türlü fikir, hesap devreye girer ve o çıplak gerçeğin üzerini örter. Erciş’le (uzaktan da olsa) ilk karşılaşmam, bütün hayatım boyunca unutamayacağım olumlu bir intiba bırakmıştır üzerimde. Önceki yazılarımdan birinde de işaret ettiğim gibi bizim oralarda Kürtlük köylülük, Türklük de şehirlilik anlamında kullanılır. Ercişli bize göre Türk’tü. Erciş’i görmem biraz da Türk’ü görmem anlamına geliyordu bu yüzden.

Çocukluk günlerinde bizim köyden (Pertax/Dinlence) iki çocukla birlikte üç kafadar Erciş’e gitmeye karar verdik. 7-8 yaşlarındaydık. Babalarımız sabah erkenden atlarına binip Erciş’e gitmişlerdi. Biz de yaya olarak peşlerinden gidecektik ailelerimizden habersiz. Çocuk aklı. Dediğimizi yaptık da. Altmışlı yıllardı, araba yok, yol yok. Ancak atlı veya yaya gidilebiliyordu. Çocuk başımıza patika yolu takip ederek ikindiye doğru Erciş’in yanı başında yer alan Wêrane (şimdilerde Örene ismiyle Erciş’in bir mahallesidir) köyünün yanından geçen nehrin kenarına vardık. Mevsim yazdı ve Erciş uzaktan görünüyordu yeşil yeşil. Sanki sadece ağaçlardan müteşekkil koca bir şehir ve yanı başında kulaklarımızı sağır eden bir uğultuyla akan bir nehir. Sonradan sadece büyükçe bir çay olduğunu öğrenecektim, ama o güne kadar gördüğüm en büyük akarsuydu. Aslına bakarsanız koca Erciş de şehir sayılmazmış, sadece Van’ın bir ilçesiymiş. Nehir biraz ileride Van Gölü’ne dökülüyordu. Üzerinde uzun beton bir köprü vardı. Bizim köyün deresinin üzerine iki ağaç uzatılarak kurulmuş derme çatma sözüm ona köprüye hiç benzemiyordu. Köyümüzün yazın ortalarına doğru kurumaya başlayan cılız deresine “Çem” (nehir) dediğimizi tasavvur edin, Wêrane çayının gözümde nasıl büyüdüğünü anlarsınız.

Türk ile ilk tanışma

Nehrin kenarında hayvanlarını otlatan birkaç çocuk bizi gördü. Koşup yanımıza geldiler. Bizden yaşça büyüktüler. Ellerinde sopaları, bizi dövecek gibi duruyorlardı. Ama galiba acıdılar, yorgun ve de korkmuş halimizi görünce. Meraklı gözlerle bizi süzüyorlardı. Erciş’e gideceğimizi söyledik. Onlar anlamadılar. Birinin elinde bizim oralarda “destenan” dediğimiz, ara ara bir parça koparıp yediği bir tandır ekmeği vardı. Gözümü ekmekten alamıyordum. Çocuk fark etti. Yarısını kesip bize verdi. Aç susuz yaklaşık 10 km yol yürümüştük. Köprüden geçip Erciş’e gitmeyi göze alamadık, geldiğimiz yoldan geri döndük. Gece yarısına doğru ancak varabilmiştik köye. Bu, Türk’le, Türkçeyle ilk karşılaşmamdı. Bana yabancıydı. Ama Türkçe konuşan Ercişli çocuk, ekmeğini benimle paylaşan biri olarak kazındı belleğime. Yani “el-Wehletu’l ula”nın sonucu olumluydu. Karşılaşmalar ve karışmalar sıklaştıkça Türk’e ilişkin bu ilk intibaın ne kadar isabetli olduğunu, öz fıtratın, İslami değerlerin de desteğiyle derinden derine etkisini gösterdiğini hep gözlemledim.

Geçen Pazar günü Van’ı, ama en çok Erciş’i yıkan bir deprem meydana geldi. Yerle bir olmuş diyorlar. Taş üstünde taş kalmamış. Enkazın altında yüzlerce ölü ve yaralı var. Unutulur bu acılar, yeniden gülümser Erciş Van Gölü’ne bakarak yeşil yeşil. Ercişli Türk (veya Kürt) çocuk yeniden paylaşır ekmeğini Kürt (veya Türk) çocukla bundan eminim. Ama ülkemin bazı sokaklarında Erciş’i vuran deprem üzerine sevinç naraları atıldığını duyduğumda kaç şiddetinde bir depreme tutulduğumu hesap edemedim. Kardeşlik fay hattının bu kadar derinden çatladığını da tahmin etmezdim.

Bunları düşünürken bundan 35 sene geriye gittim. Yine Erciş’i de vuran Çaldıran depremini hatırladım.

Kardeşlik baki kalsın

1976 yılında Van’da merkez üssü Çaldıran ilçesi olan, büyük can ve mal kaybına yol açan şiddetli bir deprem meydana gelmişti. Çaldıran ve civarı kadar olmasa da bizim oralarda da maddi hasara, bazı köylerde can kaybına yol açmıştı. Yanılmıyorsam Kasım ayıydı. Van ve civarı için artık kış yaklaşmış sayılırdı. Bu yüzden evleri yıkılan veya hasar gören birçok aile devlet tarafından batı illerine gönderildiler. Amcam ve diğer bazı köylüler Isparta merkeze yakın bir beldeye (adı Savköy’dü galiba) yerleştirilmişlerdi. O sırada İmam Hatip Lisesinde öğrenciydim. Yaz tatilinde amcamı ziyaret maksadıyla Isparta’ya gittim. Belde belediye başkanı başta olmak üzere belde halkının onlara yardım etmek, hayatlarını kolaylaştırmak için adeta seferber olduklarını gördüm. Evlerini, yiyeceklerini, hatta tarlalarını paylaşanlar vardı. Bizim köylülerin çocukları yerleştirildikleri evlerinin önünde oynarlarken o beldeden bir ninenin onların tatlı tatlı Kürtçe konuşmalarını hayranlıkla izlediğine şahit olmuştum bir keresinde. Çocuklara “ne gonuşupturunuz leen” dedikten sonra cebinden çıkardığı şekerleri onlara verdi ve gülerek uzaklaştı.

Hiç unutmam bir gün komşularından birinin oğlunun düğünü olacaktı. Beldenin ileri gelenlerinden bir kaçı ile birlikte düğün sahibi, amcamın evine geldi. Mehmet amca dedi, sizin acınız var, evleriniz yıkıldı, akrabalarınızı kaybettiniz, memleketinizden uzaktasınız. Fakat bu çocukların düğününü de yapmamız gerekiyor. Eğer müsaaden varsa, biz davul zurna çalmadan sessiz sedasız bir düğün yapmak istiyoruz. Düğün yapmak için amcamdan izin almaya gelmişti. Bu âlicenap tavır karşısında amcamın gözü doldu. Tam tersine, davul zurna olsun, düğün dernek kurulsun, biz de katılacağız. Siz insanlığınızı en güzel şekilde gösterdiniz. Çocukların bu mutlu günlerinin bir matem havasında geçmesine gönlüm razı olmaz, dedi amcam. Sonra hep beraber kalktık düğüne gittik. Bir ara, sizin oraların halayı güzel olur, askerde iken doğulu askerler oynarlardı, siz de oynayın dedi birisi. Kalkıp Kürtçe oyun havaları eşliğinde halay çekti bizim köylüler. Koçerî, delîlo, bablekan, hilqişte... derken bizim oralardan bir düğün yaşatmışlardı. Ispartalı Türklerin o günkü memnuniyetleri, hayranlıkları hala gözümün önündedir. Bugünkü aklımla ensar-muhacir dayanışmasının bu topraklara kök salmış örnekleri olarak değerlendiriyorum o gün gördüklerimi. Ayrılık vakti gelip memlekete dönmeye karar verdiklerinde bütün belde halkının ağladığını amcam anlatmıştı sonraları.

Demek ki insan fıtratına, bu toprakların mayasına meydan okuyan resmi ideoloji, hesaplı kitaplı bir strateji izlemiş, bu günleri tasarlayarak adımlarını atmış. Depremzede Kürt üzülmesin diye çocuğunun düğününü müziksiz, sessiz sedasız yapmak isteyen Türk gitmiş, yerine, Kürt depremin altında kalmış diye sevinen baykuşlar türemiş.

Bu noktaya nasıl geldik sorusunun cevabını sanırım resmi ideolojinin tornası mesabesindeki eğitim sisteminde bulabiliriz. Kürt’ü çıldırtıp dağlara salan, Türk’ü de ruh kökünden koparıp erdemsizleştiren eğitim sistemi.

Hepiniz bilirsiniz. İlkokulda ders yılı başında bazı öğrenciler sınıf başkanı, temizlik kolu başkanı, spor kolu başkanı ve kitaplık kolu başkanı seçilirler. Bizde bir fazlası vardı. Kürtçe kolu başkanı. Bu başkanlık sınıf başkanlığından bile daha prestijliydi. Görevi sınıfta, okul bahçesinde Kürtçe konuşanların adını yazıp öğretmene vermekti. Her teneffüsten sonra onlarca çocuk Kürtçe konuştuğumuz için öğretmenden dayak yerdik. Görevli çocuk bir hafiye gibi çocukların arasında dolaşır, Kürtçe konuştuğunu tespit ettiklerinin adını yazardı. Bazı öğretmenler işi daha da ileri götürür, köy içinde konuşanları da yazmasını isterdi. Bu yüzden elimizden geldiğince Kürtçe konuşmamaya dikkat ederdik. Ama ne kadar dikkat etsek de boş bulunduğumuz bir anımızda yakayı ele verirdik. Bir gün sınıfta öğretmen yoklama yaparken adımı okudu. “Buradayım” diyeceğime, boş bulunup Kürtçe “çi?”(ne?)dedim. Yerinden hışımla kalkan öğretmen elindeki değnekle ellerime, bacaklarıma, sırtıma vurmaya başladı. Okulda tezeklik olarak kullanılan karanlık bir oda vardı. Ceza olarak yarım gün o odaya kapatıldım. O karanlık odada resmi ideolojinin soğuk yüzünü beynime nakşetmiştim. Bu, seksen yıllık Cumhuriyet Türkiyesi’nin Kürtlere yönelik genel resmi politikasının küçük bir Kürt köyüne yansıyan minyatürüydü. Büyüdüm, etraflı düşünmeyi öğrendim. Üniversitede, kışlada, bürokraside yürütülen politikanın bizim köydeki uygulamanın daha geniş çaplı da olsa aynen tekrarı olduğunu gördüm. Devlet yönetiminde de Kürtçe kolu başkanına benzer bir birim vardı ve nefesini bugüne kadar gittiğim her yerde, bulunduğum her ortamda, üniversitede, kışlada ensemde hissettim.

Kürtçe’yi unutturma gayreti

Başka bir köyde oturan halamın ilkokula giden oğlu bize gelmişti bir gün. Çocukta bir gariplik vardı. Konuşmak istemiyormuş gibi bir hali vardı. Ya konuşmuyordu ya da sorularımıza Türkçe cevap vermeye çalışıyordu. Sorun, meramını anlatacak kadar Türkçe bilmemesinden kaynaklanıyordu. O halde bu ısrar nedendi? Biraz kurcalayınca meseleyi anlamıştık. Öğretmen okul dışında da Kürtçe konuşmalarını yasaklamıştı ve Kürtçe konuştuklarını öğrendiği çocukları acımasızca dövüyordu. Öğretmenin ve de “Kürtçe kolu başkanının” nefesini başka bir köyde de olsa ensesinde hissediyordu çocukcağız. Resmi ideolojinin gayesi Türkçeyi öğretmek değildi, Kürtçeyi unutturmaktı. Kardeşlik fay hattında bugünlerde tanık olduğumuz kırılmalar meydana getirmekti. Yedi düvelin zedeleyemediği kardeşliği günün birinde düşmanlığa dönüştürmekti.

Erzurum Üniversitesi’nde öğrenciydim. Bir gün Erzincan kapı semtindeki Murat Paşa Cami’sinin dış avlusunda namaz kılıyordum. Selam verince yaşı epey ilerlemiş bir hacı amcanın oturduğu yerden bana baktığını fark ettim. “Yecen Çürt müsen”(Yeğen Kürt müsün?) dedi. Evet, dedim. Şafii mezhebine göre namaz kıldığımı görünce böyle düşünmüştü. Kürtler büyük oranda Şafiidirler. Sonra gözlerini Palandöken Dağı’na doğru dikti ve Ermeniler bizi muhasaraya almışlardı, dedi. O zaman çocuktum. Bütün ahali, var olan imkanlarımızla kendimizi savunmak üzere çaresiz, saldıracakları anı bekliyorduk. Sonra bir haber geldi, Kürt aşiretleri yardıma geliyorlar diye. Şu dağı görüyor musun (aslında “ahan şu dağı cörirsen mi” demişti) -Palandöken dağını işaret ederek- oradan sel gibi akan Kürt aşiret kuvvetleri yardıma geldiler. Büyük bir coşkuyla savaşıp Ermenileri püskürttükleri o gün hala gözlerimin önündedir. Sonra alnımdan öptü ve şirin Erzurum şivesiyle “Men Çürtleri sevirem he!” dedi.

Erciş’te deprem olmuş, enkazın altında yüzlerce ölü ve yaralı var. Ben enkazın altında kalan kardeşliğimize ağlıyorum. Beni vuran asıl deprem budur ve bu depremin şiddetini ne Kandil ölçebilir ne Kandilli.