Ben düş(t)üm

Abone Ol

Son bahar rüzgârının dallarını birbirine değdirdiği ağacın hışırtısı kulağımın içinde sinek vızıltısına benzer bir uğultu yaratırken, elimi, masanın sağ ucunda bulunan kitaba uzatıyor, onu alıyor, inceliyor, orta sayfasını kopardıktan sonra duvardaki karartının üstüne fırlatıyorum. Az sonra hiçbir şey olmamış gibi yerimden kalkıyor pencerenin yanı başındaki koltuğa kurulup oturuyorum. Rüzgârın şiddetinden kökünden sökülecekmiş gibi sağa sola savrulan ağacın rüzgârla cengini zevkle izliyorum.

BEN, İÇİMDEN GELEN SES’İM. 


Enflasyonist duygular(ın) yumağında çözülmeyi bekleyen insan en az kendisi kadar karmaşık bir kargaşa denizinin en orta yerinde kendi ekseni etrafında dönüp duruyor. ele avuca sığar emisyon hacmiyle bileğinden akan kanı emiyor, emdikçe zevkin doruklarında geziniyor. Vamp bir hayatın tüm keşmekeşliğiyle sergeşt ve serkeşt vaziyette, gözleri alev topu; dudakları, ayarı kaçmış çatlaklıkta; boğazı, kuytu bir nemlilik kıvamında…

Dara giren ruhumun tek ilacının dışardaki rüzgâr olduğunu düşünüyorum. Onu içime alıp hapsetmeliyim. Sertliğince, vurdumduymazlığınca rüzgâr olmalıyım. Önüme çıkan her ne varsa yıkmalı, onu kökünden etmeliyim. Tozu dumana katıp, ruhumu dara sokan günden öcümü almalıyım.

BEN, ACI’YIM. HÜZNÜN TOPRAĞINDA ÇATLAMIŞ BİR HAYAT… 


Dönen çarkların arasında ezilen küçük insanların hikâyesi büyük olur. Küçük insan, hayata, kimi kez suyun berraklığınca bakmış kimi kez de parşömen kâğıdının bulanıklığınca. Hangi cepheden bakarsa baksın kendisiyle inatlaşan, dimağı vahşileşmiş insanleyin bir yaşamla karşı karşıya gelmiş. Süreç ve beklentilerin toplamında hüzünden başka bir eldesi olmamış; eklentiler, eksi değer çarpanınca omuzlarına ağırlığınca yük olmaya devam etmiş. Tüm aşkları, umutları, bekle(n)mişlikleri, bekletilmişleri hasılı insana aslolan ne varsa ömrünün rahlesine yatırıp neşterleyin yarmışsa da gördükleri karşısında bin yıllık bir yaranın hala kanayan yanlarını görür gibi olmuş. Gördükleri: dün, bugün ve bir suçlu gibi titreten “gelecek” hayalleriymiş…

Pencereyi açıyorum. Önce uçan bir vazo görüyorum sonra da onun duvara çarpılıp un ufak olmasını izliyorum. Rüzgârla gelen yağmur damlaları yüzümde patlıyor. Kaş altımdan başlayarak topuklarıma kadar ıslaklık hissi uyandırıyor bende. Halının altına dolan hava onu ters yüz etti edecek… Duvardaki saatin yere düşmesini, çalışma masamın üstündeki kitapların uçuşması izliyor… Pencereyi kapatmalı; yoksa olmak istediğim rüzgâr, çok sevdiğim camdan karanfil biblomu da kırılan, dökülen eşyalar listesine alacak.

BEN, MEŞALEYİM. NİCE GÖNLÜ FETHEDEN BİLGEYİM. 


Büyük insan, evrenin toplamından anladıkları/anladığı, bilmediklerinin yığılı olduğu höyükkavi gereksizlikler yığınıdır. Büyük insan, içsel bir isyanla başlayıp sonraları nice gönlü fetheden bilgelikten nasibini alamamış; kendince, cahil cühela ordusunun serleşkeri olmuş.

İstemeye istemeye pencereyi kapatıyorum. Camdan, hızla kaçan; kaçtıkça rengi daha da koyulaşan bulutları izliyorum. Bulutları seyrim ne kadar sürdü bilmiyorum ama camdan gelen ses beni irkiterek hayalden gerçeğe getirdi. Demin bulutları, tanrının kaleminden çıkmış en güzel resmin bütünleyeni diye düşünüyorken şimdiyse kanadı kırılan bir kuşun merhamet isteyen bakışlarını izliyorum. Kaçamak gözlerle ben kuşa baktıkça kuş daha da çırpınıyor… Çırpınması, başının usulca yana kaymasına engel olmadı. Başını ıslak zemine bırakıp gözlerini yumdu… Gün, tüm lanetiyle ölüm kusuyordu. Merhamet dileyen gözlerden birinin havadaki herhangi bir nesneye sabit kaldığını görmenin ıstırabını çok sonra duyacaktım. Istırap içime doğduğunda çoktan mahrem yalnızlıklara bürünmüştü şehirler.