“Entelektüel dünya üzerinde bir etki yaratmayı değil, bir gün, bir yerde birilerinin onun yazdıklarını tam da onun yazdığı gibi okuyacağını umar.’’ diyordu Edward Said. Kendi asrının tanığı olmuş bir münevverin dünyasına girebilmek, onun gördüğü, htiği gibi görüp hissedebilmek, bu zikredilenlerden çok daha fazlasını gerektirse de bir Aydın’ı onun kaleminden anlamaya ve yaşamaya çalışmak, onun şimdi içinde olmadığı bir dünyayı acemi kulaçlar atarak keşfetmeye çalışmak gibi.

 

Meriç’in olmadığı bir dünyada yabancı’yı onun kaleminden tanımaya ve anlamaya çalışıyoruz. 24.1.1963 tarihli ‘Yapraklar’ dizisinin ilk düşen yaprağında şöyle haykırıyordu yabancı’lığını ve yalnızlığını Meriç: ‘Yirmi dört yıl önce mahkemede Marksist olduğumu haykırmıştım. Ümitsizlikten doğan bir isyandı bu, bir nevi meydan okuyuş, yalnızlık içinde bir şey olmak ihtiyacı. Yılları zilletler içinde geçen, kâh Türk, kâh şehirli olduğu için horlanan göçmen çocuğu bir yere tutunmak, bir camiaya bağlanmak istiyordu. Sınıfı yoktu. Dünyada başka milletler olduğunu dahi bilmiyordu. Ama kucağında yaşadığı topluma yabancıydı. O, şehirden gelmişti. Konuşması da, giyinmesi de farklıydı. Yalnız yaşadı bir cüzzamlı gibi. Oynamadı, çocuk olmadı, içine ve kitaplara kapandı.

 

Marksistim dediği zaman tek işçinin elini sıkmış değildi. Sadece namuslu olmak, koktuğu için sustu dedirtmemek istiyordu. Zaten yaşanmaz bir dünyada idi artık. Cinsi buhran, ruhi buhran. En küçük bir parıltı yoktu hayatında. Bir sığınaktı Marksizm, bir kaçıştı, bir yaşama gerekçesiydi. Belki de inanıyordu Marksizme. Eziliyordu ve ezilenlerin yanındaydı. Ama kimdi bu ezilenler? Bilmiyordu.

 

Marksizm, gerçekten meçhul’e yani rüyaya kaçıştı. İnsanları seviyordu. Ama sığındığı her kale insanlardan biraz daha uzaklaştırıyordu onu. Ne var ki bütün dostları, bütün tanıdıkları selamı sabahı kestiler.

 

Ve düşen ikinci yaprak. Yine yalnızlık, yine arayış ve yine yabancı’ya sürgün edilmeye çalışılan yaralı bir kalp. Mahkemeler, takibat ve tahkikatlar… Sonu olmayan bir gece karanlığı, beklenen sabah ve bir yalnızın, yabancı’nın üzerine doğan umut güneşi. Tarih 19.8.1973 ve haykırışın yüzünü umuda döndüğü zamanlar: ‘Kaderin karşıma çıkardığı gen üniversiteli ‘sen bizden değilsin’ dedi. ‘Sen bizden değilsin’! Evet, ben onlardan değildim. Ama onlar kimdi? Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum. Bu hüküm hakikatin ta kendisi idi. Tanzimattan bu yana Türk aydınının alın yazısı iki kelimede düğümleniyordu: aldanmak ve aldatmak. Senaryoyu başkaları hazırlamıştı. Biz sadece birer oyuncuyduk. Nesiller bir ütopyanın kurbanı olmuşlardı. Ama bu ütopya sonuna kadar yaşanmadıkça, gerçeği görebilir miydik? Kalabalık, kayaya çarpan bir midye şuursuzluğu ile geleneklerine sarılmış, cebin ve uyuşuk. Arada bir uyanır gibi oluyor. Sonra tekrar dalıyor derin uykusuna. Avrupa’yı tanımak gaflet. Avrupa’yı tanıyan, ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız? Gerçeği görmek hatayı sonuna kadar yaşamakla mümkün. Yığın Avrupalılaşırken, aydınlar Türkleşmeli. Ve çalışmaya başladım. Spinoza kırk dört yaşında ölmüş, Nietzsche kırk dört yaşında delirmiş. Ben yolumu kırk dört yaşından sonra buldum.’

 

Son yaprak. Bir Aydın’ın sesinin en berrak yüzü. Bir davanın, bir davaya adanmışlığın zamanlar üstü karinesi. Ama bitmeyen bir kavga ve sonu gelmeyecek bir mücadele. Dindirilmeye çalışıldıkça daha da yükselen ve birleştirmeye çalışan davudi bir ses. Lakin hep yalnız ve hep yabancı’ya sürgün.

 

‘Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla… Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım. Kelimelerle munisleşmek istedim düşman bir dünyayı. Şiirle başladım edebiyata, cıvıldayan bir kuş kadar rahattım yazarken, kulaklarımda bir ses uğulduyordu, etrafımdakilerin duymadığı bir ses. Ve defterler kendiliğinden doluyordu. Sonra ilmin, ilhamı dizginleyen sert disiplini… Histen ve hissiden utanış. Nazımdan nesre, öznelden nesnele atlayış.

 

Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü. Sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı. Hakikat, mukaddeslerin mukaddesi. Hakikat ve sevgi. Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri, hepimizin yani aydınların.

 

Ben bu mazlum medeniyetin sesi olmak istiyorum. Korumak istediğim şaheser: insanın kendisi. Tarihine vecitle eğildiğim bu büyük, bu gerçek, bu mert insanı Osmanlı yaratmış ve yaşatmış. Kendini tanımak irfanın ilk merhalesi. Düşünenin görevi insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak: Kızmadan, usanmadan irşat. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.

 

Aydın’ın son sözü yoktur. ‘Yalnızlık’ adlı ateşten gömleği üzerine giymeyi tercih etmiş bir mütefekkirin sesi ve sözü zamanın aynasında her daim ilk olacaktır. Said’inde buyurduğu gibi ‘Yalnız başına konuşur entelektüel, ama ancak kendisini bir hareketin gerçekliğiyle, bir halkın özlemleriyle, müşterek bir idealin peşinde hep beraber koşanlarla birleştirdiğinde yankı bulur sesi.’